top of page
IMG_5503_edited.jpg

İrem Soytürk Tarhan

Klinik Psikolog/Psikoterapist

Bireysel Psikodinamik Psikoterapi

IMG_0111.HEIC

Yazılar

Bağlanma ve çerçevenin psikoterapideki gücü

Bir İlişki Ne Zaman Güvende Hisseder?

Bağlanma tarzın başarını etkiliyor olabilir!

Başarısızlıktan korkmak mı, kendini korumak mı?

'Bir Başkadır' ve Psikoterapi

Etik sınavı geçilebilir mi?

Terapi Odası Gerçekten Önemli mi?

Evet, Hem de Sandığınızdan Fazla!

Anchor 1
Anchor 2

Bağlanma ve çerçevenin psikoterapideki gücü

İnsanın dünyayla ilk ilişkisi, doğduğu anda başlar. Ama bu ilişki, bir birey olarak tek başına kurduğu bir bağ değildir; aksine, onu ilk karşılayan ve bakım veren kişiyle – genellikle annesiyle – kurduğu ilişkiyle şekillenir. Psikoterapi sürecini anlamak için, bu erken bağlanma sürecine dönüp bakmak hayati önem taşır.

 

Bağlanma: Hayata Açılan İlk Kapı

Bağlanma kuramı, bireyin erken çocukluk döneminde bakım verenle kurduğu ilişkinin, ilerleyen yaşamındaki ilişkileri nasıl şekillendirdiğini anlamamıza yardımcı olur. Güvenli bağlanma, çocuğun duygusal ihtiyaçlarının tutarlı ve duyarlı bir şekilde karşılanmasıyla oluşur. Böyle bir ortamda büyüyen çocuk, kendine ve dış dünyaya güven duyar, ilerleyen yaşamında da sağlıklı ilişkiler kurma eğilimindedir.

Ancak her bağlanma süreci bu kadar ideal değildir. Kaygılı, kaçıngan ya da düzensiz (desorganize) bağlanma stilleri, bakım verenin tutarsız, ihmal edici ya da zarar verici tutumları sonucu gelişebilir. Bu bağlanma biçimleri bireyin ilişkilerinde güven sorunları yaşamasına, duygusal düzenlemeyle ilgili zorluklara ve psikolojik dayanıklılığının azalmasına yol açabilir.

“Donuk Yüz Deneyi”: Sessizlik Bile Yara Bırakır

Psikoloji literatüründe oldukça bilinen “Donuk Yüz Deneyi” (Still Face Experiment)*, bağlanmanın ne kadar temel bir ihtiyaç olduğunu dramatik bir şekilde gözler önüne serer. Bu deneyde, anne önce bebekle normal şekilde etkileşim kurar; ona gülümser, sesler çıkarır, mimikleriyle cevap verir. Ardından aniden yüzünü ifadesizleştirir ve bebeğe tepkisiz kalır.

Sadece birkaç dakika süren bu tepkisizlik bile, bebeğin ciddi şekilde strese girmesine, huzursuzlanmasına, annesini geri kazanmaya yönelik yoğun çabalara girmesine ve sonunda hüsrana uğramasına neden olur. Bu deney, birincil bağlanma figürünün duygusal geri bildirimlerinin ne kadar vazgeçilmez olduğunu açıkça gösterir.

Psikoterapide Bağlanmanın Yeniden İnşası

Psikoterapi süreci çoğu zaman bir “yeniden bağlanma” deneyimidir. Danışan, terapistiyle kurduğu ilişkide geçmişteki kırılmalarını, eksiklerini, travmalarını yeniden deneyimlerken, bu kez daha tutarlı, güvenli ve onarıcı bir karşılık alır. Terapist, bu bağlamda hem bir tanık hem de sembolik bir bakım veren rolü üstlenir.

Bu yüzden terapi ilişkisinde çerçeve dediğimiz yapı – yani seansların zamanı, yeri, süresi ve sınırları – sadece teknik bir düzenleme değil, bağlanmayı mümkün kılan bir güvenlik alanıdır.

Çerçeve: İyileştirici Alanın Haritası

Bir seminerde dinleme fırsatı bulduğum sayın Talat Parman'ın güzel bir benzetmesiyle, ilişkiler üç temel unsurdan oluşan bir üçgen gibidir: Biz, karşımızdaki kişi ve bu ilişkiye dair kurallar. Psikoterapide bu kurallar, terapötik çerçeve olarak adlandırılır ve ilişkiyi taşıyan, anlamlı kılan temel bir yapı sunar. Çerçevenin sabitliği, öngörülebilirliği ve netliği; danışanın kendini güvende hissetmesini, sınırları tanımasını ve terapötik sürece dair belirsizliklerin azalmasını sağlar.

Bu çerçevenin ihmal edildiği durumlarda, hem aktarım hem de karşı aktarım süreçleri sağlıklı bir şekilde yönetilemez. Bu da terapi sürecinin derinleşmesini engeller ve danışanın içsel çalışmasına zarar verebilir.

Çerçeveye sadakat, hem danışanı hem de terapisti koruyacak bir “psikolojik zemin” sunar. Terapötik süreçte sabitlik, iyileşmenin ritmini belirler.

Sonuç: Bağ, Güvenle Başlar

İster bir bebekle annesi arasında, ister bir danışanla terapisti arasında olsun; bağlanma her zaman güvenli bir alan ister. Bu güvenli alanı yaratmanın ilk şartı ise tutarlı, sınırları belirli ve kapsayıcı bir çerçeve kurmaktır. Terapi, bu çerçeve içinde yeniden bağ kurma, anlama ve iyileşme yolculuğudur.

Klinik Psikolog İrem Soytürk Tarhan

🧠 “Donuk Yüz Deneyi” Nedir?

Still Face Experiment (Donuk Yüz Deneyi), psikolog Dr. Edward Tronick tarafından geliştirilmiş, bebeklerin sosyal etkileşime ve bağlanmaya verdikleri tepkileri gözlemlemeyi amaçlayan bir deneydir.

🍼 Deneyin akışı:

  • Anne önce bebeğiyle normal bir şekilde etkileşim kurar: göz teması, gülümseme, ses çıkarma...

  • Ardından anne yüz ifadesini tamamen donuklaştırır ve hiçbir tepki vermez.

  • Bebeğin bu tepkisizliğe cevabı genellikle endişe, huzursuzluk ve ağlamadır. Annesini tekrar “canlandırmaya” çalışır, başarısız olunca hüsrana uğrar.

🔍 Bu deney bize şunu gösterir: Bebekler, duygusal geri bildirime son derece duyarlıdır. Karşısındakinden gelen tepkiler olmadığında, kendilerini güvende hissetmezler. Bu da erken bağlanmanın ne kadar kritik olduğunu kanıtlar.

Bağlanma Tarzın Başarını Etkiliyor Olabilir!

Hiç önemli bir sınavdan önce son dakikaya kadar çalışmadığınız, hatta belki de uykusuz kalıp başarısız olmayı “normalleştirdiğiniz” oldu mu? Eğer cevabınız evetse, bu davranış aslında farkında olmadan yaptığınız bir kendini sabote etme stratejisi olabilir. Peki ama neden böyle davranıyoruz? Cevap, çocuklukta kurduğumuz bağlarda gizli olabilir.

Bağlanma Teorisi Ne Diyor?

Bağlanma teorisi, bebeklikte bakım veren kişiyle kurulan ilk ilişkinin, bireyin ileriki yaşamında kuracağı bağlar için bir temel oluşturduğunu savunur (Bowlby, 1983; 2013). Ainsworth ve arkadaşlarına göre (2015), üç temel bağlanma stili vardır: güvenli, kaçıngan ve kaygılı/ikircikli. Güvenli bağlanma stiline sahip bireyler, ihtiyaç anında destek alabileceklerini bilir ve duygusal olarak dengelidir. Ancak kaygılı ya da kaçıngan bağlanma stilleri, bireyde çeşitli başa çıkma sorunlarına yol açabilir.

Kendini Sabote Etmek Ne Anlama Geliyor?

Kendini sabote etmek, başarısızlık ihtimalini artıran davranışlar sergileyerek bu başarısızlığı “haklı” çıkarmaya çalışma halidir. Yani kişi, sınavdan önce çalışmayarak ya da alkol alarak kendi başarısını riske atar; böylece başarısız olursa “Zaten hazırlanmamıştım” diyebilir (Berglas & Jones, 1978). İlginçtir ki, bu strateji bireyin özsaygısını koruma çabasıdır.

Bağlanma Stili ve Kendini Sabote Etme İlişkisi

Yaptığım bir çalışmada, bağlanma stili ile kendini sabote etme davranışları arasındaki ilişkiyi inceledim. 106 genç yetişkinin (yaş aralığı: 19-25) katıldığı bu araştırmada, katılımcıların bağlanma stilleri Üç Boyutlu Bağlanma Stilleri Ölçeği (Erzen, 2016) ve kendini sabote etme eğilimleri Kendini Sabotaj Ölçeği'nin Türkçe versiyonu (Akın, 2012) ile ölçüldü.  Sonuçlar oldukça dikkat çekiciydi:

  • Kaygılı/ikircikli bağlanma stiline sahip bireylerde kendini sabote etme davranışı daha yaygındı.

  • Kaçıngan bağlanma stiline sahip bireylerde ise bu ilişki anlamlı bulunmadı.

Bu sonuçlar, kaygılı bireylerin duygularını düzenlemekte zorlandığını ve bu nedenle stresli durumlarda daha çok kendini sabote etme eğilimi gösterdiğini ortaya koydu. Kaçıngan bireyler ise duygularını bastırma ve geri çekilme stratejileri kullandıkları için bu tür davranışlardan daha uzak kalıyor olabilirler.

Neden Önemli?

Bu tür başa çıkma stratejileri, özellikle akademik hayatı olumsuz etkileyebilir. Kendini sabote eden öğrenciler, başarılarını gölgeleyen davranışlar sergileyerek aslında kendi potansiyellerini baltalıyorlar. Ancak bu davranışların kökeninde bağlanma stilleri olduğu düşünülürse, bu bireyler için daha sağlıklı başa çıkma yolları öğretilebilir.

Ne Yapılabilir?

  • Psikolojik destek: Üniversite danışmanları, öğrencilerin bağlanma stillerine uygun destek sunarak kendini sabote etme eğilimlerini azaltabilir.

  • Farkındalık çalışmaları: Öğrencilere bu davranış biçimleri ve kökenleri hakkında bilgi verilebilir.

  • Duygusal düzenleme becerileri: Özellikle kaygılı bağlanma stiline sahip bireyler için duygusal düzenleme teknikleri kazandırılabilir.

Sonuç

Bu çalışma, bağlanma stili ile kendini sabote etme davranışları arasında önemli bir bağlantı olduğunu ortaya koyarak psikolojik sağlığın temel taşlarından biri olan “öz-değer” duygusunun nasıl korunmaya çalışıldığını bize gösteriyor. Özellikle kaygılı bağlanma stiline sahip bireyler için erken dönemde farkındalık yaratmak ve destek sağlamak, uzun vadede akademik başarıyı ve psikolojik iyi oluşu ciddi şekilde artırabilir.

Klinik Psikolog İrem Soytürk Tarhan

​​

Kaynakça:

Ainsworth, M. D. S., Blear, M. C., Waters, E., & Wall S. N. (2015). Patterns of Attachment: A Psychological Study of the Strange Situation. Routledge.

Akın, A. (2012). Kendini Sabotaj Ölçeği: Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması. Eğitim ve Bilim, 37(164).

Berglas, S., & Jones, E. E. (1978). Drug choice as a self-handicapping strategy in response to noncontingent success. Journal of Personality and Social Psychology, 36(4), 405–417. https://doi.org/10.1037/0022-3514.36.4.405  

Bowlby, J., (2013). Bağlanma (2nd ed.). (T. V. Soylu, Trans.). Pinhan Yayıncılık. (Original work published 1983)

Erzen, E. (2016). Üç Boyutlu Bağlanma Stilleri Ölçeği. İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 17(3), 01-21. 

'Bir Başkadır' ve Psikoterapi

Netflix dizisi Bir Başkadır, yayımlandığı günden beri Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısını, farklı sınıflardan ve yaşam tarzlarından gelen karakterler üzerinden oldukça çarpıcı bir şekilde tartışmaya açtı. Ama beni en çok etkileyen, dizideki psikoterapi sahneleri oldu. Zira bu sahnelerde, sadece karakterlerin iç dünyası değil, aynı zamanda bir terapistin mesleki duruşu, etik ilkeleri ve kişisel çatışmaları da sahneleniyordu. Peki, “Bir Başkadır” dizisinde Peri karakteri bir terapist olarak etik sınavı geçebildi mi? Gelin birlikte bakalım.

Başörtüsü ve Karşı Aktarım: Peri’nin İlk Sınavı

Dizide Peri, Meryem adında, başörtülü ve muhafazakâr bir geçmişe sahip bir danışanla çalışmaya başlıyor. Meryem’in terapiye geliş nedeni fiziksel bayılmalar olsa da, asıl mesele çok daha derin. Ancak daha ilk seanstan itibaren Peri’nin Meryem’e karşı bir önyargı geliştirdiğini fark ediyoruz. Meryem'in başörtüsü, Peri’nin geçmişinden gelen kırılmalarını tetikliyor. Hatta bir noktada, Meryem’e yanlışlıkla çocukluk travmasından gelen bir ismi – temizlikçi Hazal’ı – söylüyor. Bu sahne öyle güçlü ki, izlerken “Hmm, burada bir karşı aktarım var galiba?” demeden edemiyoruz.

Bir terapist için etik kuralların en başında gelen şey, danışanı olduğu gibi kabul edebilmek. Eğer bu mümkün değilse, yani önyargılarınızı kontrol edemiyorsanız, orada durmanız gerekir. Ne yazık ki Peri, bunu yapmıyor.

Meryem’in Çabası, Peri’nin Duvarları

Meryem aslında seanslara içtenlikle geliyor. Saç boyasından konuşmaya çalışıyor, samimiyet kurmak istiyor. Ancak Peri’nin tepkileri soğuk, mesafeli ve hatta zaman zaman küçümseyici. Oysa terapi, en çok da güven ilişkisine dayanır. Hele ki Meryem gibi, psikoterapiye yabancı ve farklı bir kültürel arka plandan gelen biri için bu güvenin kurulması hayati.

Empati burada kilit kelime. Peri ise empati yerine analiz yapmayı tercih ediyor. Meryem’in dünyasına girmeye çalışmak yerine, onu çözümlemeye çalışıyor. Oysa ki bazen sadece “anlamak” gerekir.

Süpervizyon mu? Arkadaş Sohbeti mi?

Peri, Meryem’le yaşadığı bu sıkışmayı çözmek için bir süpervizöre, yani meslektaşından destek almaya karar veriyor. Bu harika bir adım olabilirdi. Ama burada da işler karışıyor. Çünkü bu süpervizör, aynı zamanda Peri’nin arkadaşı: Gülbin. Yani profesyonel destek gibi görünse de, aslında iki arkadaşın duygusal sohbetine dönüşüyor seanslar.

Dahası, Gülbin’in başörtülü bir ablası var ve bu, Peri’nin Meryem’e dair önyargılarını dinlerken içsel çatışmalar yaşamasına neden oluyor. Bu noktada Peri’nin süpervizyondan gerçek bir fayda sağlayamaması da şaşırtıcı değil. Tarafsızlık, bir terapist için sadece danışan karşısında değil, meslektaşı karşısında da

önemli.

Peki Ya Ben Peri’nin Yerinde Olsaydım?

Diziyi izlerken kendimi sık sık şu soruyu sorarken buldum: “Ben Peri’nin yerinde olsaydım ne yapardım?” Açıkçası ilk iş, Meryem’e karşı hissettiklerimi fark etmek ve neden böyle hissettiğimi anlamaya çalışmak olurdu. Bu hisleri bastırmak ya da görmezden gelmek değil, onlarla yüzleşmek terapistin gelişiminde önemli bir adım.

İkinci olarak, süpervizör olarak yakın bir arkadaşımı değil, profesyonel bir meslektaşı seçerdim. Duygusal bağların olmadığı, açık ve dürüst geri bildirim alabileceğim bir ilişki kurmak çok daha faydalı olurdu.

Ve belki de en önemlisi, Meryem’in geldiği kültürel arka planı anlamaya çalışır, onunla bağ kuracak yollar arardım. Danışanı bir "analiz konusu" değil, bir "insan" olarak görmek… İşte terapide iyileşmeyi başlatan şey tam da bu olabilir.

Peri, Meryem ve Biz

“Bir Başkadır” sadece Peri ve Meryem’in hikâyesi değil. Aynı zamanda bizim kendi önyargılarımızla, yargılarımızla, kimlerle empati kurabildiğimiz ve kimlerden uzak durduğumuzla ilgili de bir ayna. Terapist olmasak da, günlük hayatımızda kaç kez “öteki” ile empati kurmayı denedik? Kaç kez yargılamadan anlamaya çalıştık?

Peri belki sınavı geçemedi ama bize değerli bir farkındalık kazandırdı. Ve belki de en çok buna ihtiyacımız var: Anlamaya, anlatmaya ve en çok da dinlemeye.

Klinik Psikolog İrem Soytürk Tarhan

Terapi Odası Gerçekten Önemli mi? Evet, Hem de Sandığınızdan Fazla!

Terapiye başlama kararı, çoğu zaman sanıldığı kadar kolay olmayabilir. Düşünsenize, daha önce hiç tanımadığınız birinin karşısına geçip hayatınızı, hislerinizi, belki de uzun zamandır kimseyle paylaşmadığınız zorlukları anlatacaksınız. Bu başlı başına cesaret isteyen bir adım.

Terapinin ilk adımı aslında sadece bir randevu almak değil; aklımızda dönen onlarca soruyla baş etmek:

"Terapistimi nasıl bulacağım? Hangi terapi yöntemine uygun olduğumu nereden bileceğim? Seans ücretini karşılayabilir miyim? Yüz yüze mi daha iyi olur, online mı? Terapi odası nerede? Nasıl gideceğim?"

Ve belki biraz daha derin bir soru:

“Kendimi rahat hissedebileceğim bir ortama mı gideceğim acaba?”

Bu tür soruların kafamızı kurcalaması çok normal. Ancak genellikle, bir terapi sürecinin başlamasıyla birlikte odanın kendisi geri planda kalabiliyor. Oysa aslında o oda, düşündüğümüzden çok daha fazla şey anlatıyor.

Odanın Dili Olur mu? Olur!

Çevresel psikoloji bize uzun zamandır bir şey söylüyor: Fiziksel çevremiz, duygularımızı ve düşüncelerimizi etkiler.

Yani içinde bulunduğumuz bir odanın havası, düzeni, ışığı ve eşyaları; o odada kendimizi nasıl hissettiğimizi – hatta oradaki kişiye dair algımızı bile – etkileyebilir. 1974’te Canter ve arkadaşlarının yaptığı bir araştırma, bir kişinin yaşadığı ortamın başkaları üzerindeki izlenimlerini şekillendirebildiğini göstermiş. Yani birinin odasına bakarak onun hakkında fikir yürütüyoruz. Bu da demek oluyor ki, terapi odası sadece bir “oda” değil; terapistle ve terapi süreciyle ilgili ilk ipuçlarını taşıyan bir alan.

Hatta 2016’da yapılan bir ön çalışma, danışanların terapist hakkındaki izlenimlerinin, odadaki mobilya düzeniyle bile değişebildiğini ortaya koymuş. Gördüğümüz şeyler, içsel süreçlerimizi etkiliyor. Ve elbette, kendimizi en savunmasız hissedeceğimiz bu özel alanda, güven ve rahatlık duygusu daha da önem kazanıyor.

Türkiye’de Danışanlar Ne İstiyor?

Tez çalışmamda bu konunun peşine düştüm: "Danışanlar, terapi odasından ne bekliyor?" Ve sonuçlar oldukça netti.

Türkiye’de danışanlar, klasik "doktor muayenehanesi" havası veren, sert ve mesafeli odalardan çok da hoşlanmıyor. Bu tarz odalar soğuk, hiyerarşik ve rahatsız olarak tanımlanıyor. Oysa televizyondaki birçok terapi sahnesi hâlâ bu tarz odalarla dolu. Ama gerçek hayatta bu atmosfer, danışanların ihtiyaçlarını karşılamıyor.

Daha önce yapılan araştırmalar da bu tabloyu destekliyor (Ito-Alptürer ve ark., 2012). Danışanlar, ev ortamını andıran, yumuşak mobilyaların olduğu, masasız oturma düzenlerinin bulunduğu odaları tercih ediyor. Çünkü bu tarz bir oda:

  • Güvende hissettiriyor.

  • Eşitlik duygusu yaratıyor.

  • Samimi bir iletişimi kolaylaştırıyor.

Terapistin koltuğu yüksek, danışanınki alçak olduğunda; ya da arada büyük bir masa varsa, bu fark “iletişimde engel” gibi algılanabiliyor. Terapinin iyileştirici gücünün temeli olan güvenli bağ ise, bu tür fiziksel ayrımlardan olumsuz etkilenebiliyor.

Terapi = Hastane Değil!

Bir başka önemli detay: Terapi odası hastane gibi görünmemeli.
Steril, soğuk, beyaz duvarlı ve medikal görünümlü alanlar, danışanlarda "hasta-hoca" ilişkisi hissi uyandırabiliyor. Oysa psikoterapi, bir doktorun reçete yazdığı değil; iki insanın birlikte çalışarak içgörü geliştirdiği bir süreç. Bu yüzden mekanın dili de bu süreci yansıtmalı.

Günümüzde terapiye gitmenin bir “hastalık” göstergesi olmadığı giderek daha fazla kabul görse de, bu önyargıdan tam anlamıyla kurtulmuş değiliz. Dolayısıyla terapi odası, danışanı bu önyargıdan uzaklaştırmalı, "burada sadece iyileşme var" hissi verebilmeli.

Son Söz: Oda Sadece Oda Değil

Evet, terapi odası bir mobilya kataloğu değil. Ama kesinlikle sıradan bir dört duvar da değil.
Bir terapi odasının tasarımı, danışanın kendini açma sürecinde kritik bir rol oynayabilir. İlk izlenim sadece terapiste değil, odaya da bağlıdır. Bu yüzden terapi odaları, danışanların konforunu, güvenini ve iyilik halini önceleyecek şekilde tasarlanmalı.

Terapistler olarak sadece sözcüklerimizle değil, mekânlarımızla da şefkatli, kapsayıcı ve destekleyici olabiliriz.
Ve belki de bazen en büyük dönüşüm, bir koltuğun yerini değiştirmekle başlayabilir.

Klinik Psikolog İrem Soytürk Tarhan

​​

Kaynakça:

Canter, D., West, S., & Wools, R. (1974). Judgements of people and their rooms. British Journal of Clinical Psychology, 13, 113-118.

Ito-Alpturer, M. (2016). Environmental inference in psychological counselling rooms: Effects of room settings on the judgements of counsellor qualities (OR0911). International Journal of Psychology, 51(S1), 562.

Ito-Alpturer, M., Yilmaz, G., & Çoskun, F. (2012). Psikolojik danışmanlık odasında danışanların önemsedikleri iç mekan özellikleri. Proc. 17. Ulusal Psikoloji Kongresi, İstanbul (pp.79- 80.)

Hakkında

İrem Soytürk Tarhan, lisansüstü eğitimini T.C. Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Programı’nda tamamlamıştır. Bu süreçte, Yeditepe Üniversitesi Bağdat Caddesi Polikliniği'nde süpervizyon altında danışan görmeye başlamış ve tez çalışmasını tamamlayarak programdan mezun olmuştur. Halen süpervizyon desteğiyle bireysel psikodinamik terapi çalışmalarını sürdürmektedir.

Lise eğitimini Üsküdar Amerikan Lisesi’nde tamamlamıştır. Lisans eğitimini, İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde tamamlamış; bu süreçte Hollanda’daki Utrecht Üniversitesi’nde Erasmus programına katılmış ve Bilgi Üniversitesi’nden mezun olmuştur.

Lisans yıllarında akademik araştırmalara ve sosyal sorumluluk projelerine aktif olarak katılmıştır. Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Sibel Halfon’un yürüttüğü çocuk ve ergen psikoterapilerine yönelik araştırma projesinde asistan olarak görev almıştır.

Uganda’daki WHR Psikososyal Destek Projesi'nde gönüllü olarak yer almış, sanat terapileri (müzik, dans, oyun, resim) aracılığıyla destek çalışmaları yürütmüştür. Ayrıca AÇEV’de saha araştırmalarına ve nitel analiz çalışmalarına katkı sunmuş, Maya Vakfı’nın Travmaya Duyarlı Okul Projesi kapsamında Suriyeli göçmen ve dezavantajlı çocuklara yönelik psikososyal destek hizmetlerinde görev almıştır. Lisans sonrası, İstanbul Fransız La Paix Hastanesi'nde Klinik Psikoloji eğitim programı kapsamında staj yapmıştır.

Bilgi almak ve seans oluşturmak için lütfen iletişime geçiniz

0 (534) 331 97 07‬

  • Instagram

Mesajınız gönderildi!

İletişim

Bilgi almak için lütfen iletişime geçiniz:

...@mail

© 2023 by BREEZ. Proudly created with Wix.com

bottom of page